Erdoğan nüfus endişesinde haklı mı?

Başbakan Erdoğan, nüfus artışı konusundaki endişelerinde haklı mı haksız mı?
Erdoğan nüfus endişesinde haklı mı? Başbakan Erdoğan iktidarının ilk yıllarından beri ısrarla yineliyor, şahitlik yaptığı her nikahta üzerine basa basa söylüyor: “En üz üç çocuk istiyorum.” Kazakistan gibi, toprağı bol, nüfusu göreceli olarak düşük ülkelerde ise çıtayı yukarı çekiyor; “Arsanız geniş, size üç yetmez beş çocuk yapın.”

Bu sözler geçen cuma akşamına kadar, ülkeyi yöneten dört çocuk sahibi bir liderin genç kuşaktan bir isteği, temennisi olarak algılanıyordu. Daha dürüst olmak gerekirse, istekten bir adım öteye geçip güçlü bir liderin kendini ölesiye seven önemli bir toplum kesimine “çağrısı” diye niteleniyordu: Korkmayın çocuk doğurun, bu ülkeyi çok daha büyük nüfusa yetecek hızda büyütüyoruz.

Erdoğan’ın bu temennisi (veya çağrısı) geçtiğimiz cuma akşamı yeni bir boyut kazandı. Başbakan nüfusla ilgili bir toplantıda “Kürtajı bir cinayet gibi gördüğünü” açıkladı. Dün de kürtajı, 35 kişinin hayatını kabettiği Uludere’deki vahim olayla eş tuttuğunu belirtti.

Bu açıklamalar elbette ki çok tartışılacak. Ancak bu analizin konusu ne kürtajın insan haklarıyla ilgisi, ne de kendi ülkesinin uçakları tarafından bombalanan 35 masum insanın vahim şekilde hayatını kaybetmesinin kürtajla nasıl yan yana getirilebileceği...

Bu analizin konusu şu: Erdoğan, nüfus artışı konusundaki endişelerinde haklı mı haksız mı?
1.5 milyonu aşan haftalık satışıyla dünyanın en saygın ekonomi-siyaset dergilerinden The Economist’in 29 Ekim 2009 sayısının kapak başlığı şöyleydi: Düşen Doğurganlık (Falling fertility).

ALTIN ORAN NEDİR?

Dünya nüfus artışının durma noktasına doğru yaklaştığı teorisini inceleyen dergi, özellikle gelişmiş ülkelerdeki kritik bir orana dikkat çekiyordu: Altın oran. Neydi bu altın oran? Nüfusun en azından sabit kalması için doğurganlık yaşındaki her kadının doğurması gereken çocuk sayısı.

Nüfus uzmanlarına göre gelişmiş ülkelerde altın oranın 2.1 olması gerekiyor. Yani doğurgan her kadının 2.1 çocuk doğurması gerekiyor. Daha net ifadeyle her 100 kadının 210 çocuk.

Bunu basitçe açarsak teori şu: Dünyada doğan her iki çocuktan biri kız biri erkek oluyor. Bu durumda doğan her kız çocuğun biri kız en az iki çocuk doğurması gerekiyor ki toplam nüfus aynı seviyede sürebilsin.

Altın oranın 2 değil de 2.1 olmasının nedeni de şu: Olağandışı durumlar hariç 100 kadının doğuracağı 210 çocuğun 105’i kız oluyor. 5 kız çocuğu ya doğurganlık yaşına gelmeden hayatını kaybediyor ya da genetik veya çevresel nedenlerle doğurganlık yeteneği kazanamıyor. Yani altın oran olan 2.1’in altına inilir ve doğurganlık trendi o şekilde devam ederse (ve ölüm oranı da aynı kalırsa) nüfus kaçınılmaz olarak azalıyor. (Ölüm oranı da düşerse, nüfus sabit kalıyor veya az da olsa artıyor ama ortalama yaş yükseliyor.)

The Economist, az gelişmiş ülkelerde altın oranın 3’e kadar yükselmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Çünkü bu ülkelerde bebek ve çocuk yaşta ölüm oranları gelişmiş ülkelere göre çok yüksek.

DÜNYA GENELİ İÇİN 2.33

Dergi, dünyanın tamamının gelişmişlik durumu ve nüfus ortalamalarını hesap ederek dünya geneli için altın oranı 2.33 olarak hesaplıyor. Yani dünyadaki her 100 doğurgan kadının 233 çocuk doğurması gerektiğini belirtiyor.

The Economist’in araştırmasında başka ilginç rakamlar da var:

Kadın doğurganlığı kişi başına gelir 2 bin doları aştıktan sonra gerilemeye başlıyor. Kişi başına gelir 10 bin dolar civarına yükseldiği dönemde altın oran seviyesine kadar iniliyor. Yani nüfus ya sabit kalıyor, ya da çok düşük artışla yaşlanmaya başlıyor.

Araştırmaya göre Britanya’da altın orana düşüş tam 130 yıl sürmüş. Ülkede kadın doğurganlığı 1800 yılında 5’ken 1930’da 2’ye düşmüş. Doğurgan kadın başına çocuk sayısının 5’ten 2’ye düşmesi Güney Kore’de sadece 20 yılda (1965’ten 1985’e) gerçekleşmiş. 2009 verilerine göre az gelişmiş ülkelerde doğurgan kadın başına düşen çocuk sayısı 3. O kadınların annelerinin ise 6’şar çocuğu varmış. Bir ilginç rakam da İran’dan: İran’da 1984’te her doğurgan kadının 7 çocuğu varken 2009’da bu rakam 1.9. Tahran’da ise 1.5. Bu rakamlar zenginleşmenin yanı sıra sosyal hayattaki değişimlerin de doğum oranlarında etkili olduğunu gösteriyor.

Gelelim bizdeki duruma ve Erdoğan’ın endişelerine...

TÜRKİYE RAKAMLARI

Bu tartışmalı konudaki en detaylı kaynak TÜİK’in 2008 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ve Sağlık Araştırması.
 

 

Araştırma 1990 yılı verilerinden başlıyor. 1990 yılında kadın başına toplam doğurganlık hızı 2.93 çocuk. Kadın başına katkılı yenilenme hızı 1.43 kız çocuk. Net yenilenme hızı ise 1.32 kız çocuk. (Araştırmada bu sayının potansiyel doğurgan kadın sayısı mı, yoksa hayatta kalan kız çocuk sayısı mı olduğu belirtilmemiş)

1990’da Türkiye’de toplam 1 milyon 329 bin bebek doğmuş. 1 yaşına gelmeden ölen bebeklerin oranı binde 51.5. (1990 verilerine göre 68 bin 443 bebek). Bebek ölümleri dışında (çocuk-genç-yetişkin) 392 bin ölüm olmuş. Aynı yıl nüfus kabaca 870 bin artmış.

Gelelim 2000’e... Kadın başına toplam doğurganlık hızı 10 yıl öncesine göre 2.93’ten 2.38’e gerilemiş. Kadın başına kız çocuğu sayısı 1.43’ten 1.16’ya, net kız çocuğu sayısı ise 1.32’den 1.11’e gerilemiş.

2010’a baktığımızda gerilemenin sürdüğünü görüyoruz. Kadın başına çocuk sayısı bu kez 2.11’e düşüyor. Net kız çocuğu sayısı ise 1.01’e. Yukarıda The Economist’in bir tespitine yer vermiştik: Kişi başına gelir 10 bin dolar seviyesine geldiğinde doğurganlık hızı altın orana doğru geriliyor. 2010 Türkiye’sinde kişi başına gelir 10 bin dolarlar civarında. Kadın başına çocuk sayısı da gelişmiş ülkeler için belirlenen 2.1’lik altın orana dramatik biçimde gerilemiş. (Çocuk ölümlerinde batı seviyesini henüz yakalayamadığımız için, gelinen seviye daha kritik)

TÜİK’in projeksiyonu 2025’e kadar uzanıyor. Örneğin kadın başına çocuk sayısı 2010’daki 2.11’lik seviyesinden 2015’te 2.05’e, 2020’de 2.01’e, 2025’te ise 1.97’ye geriliyor.

Net yenilenme hızı yani kadın başına hayatta kalan veya doğurganlık yeteneğine sahip olabilecek kız çocuğu sayısı ise 2010’daki 1.01’den 2015’te 0.98’e, 2020’de 0.97’ye, 2025’te ise 0.95’e geriliyor.

160 BİN KÜRTAJ VAR AMA...

Bir diğer tartışma konusu ise kürtaj. Bu alanda çok fazla veri yok. 2008’de yine TÜİK’in yaptığı araştırmaya göre her 100 gebelikten 20.5’i canlı doğumla sonuçlanmıyor. Her 100 gebeliğin 10.5’i doğal nedenlerle, 10’u ise ailenin isteğiyle (yani kürtajla) sona erdiriliyor. TÜİK’e göre 2008’de canlı doğan bebek sayısı 1 milyon 273 bin. Kaba bir hesapla 100 gebelikten 80’inin canlı doğumla sonuçlandığını düşünürsek, yaklaşık 320 bin gebeliğin 160 bininin düşükle, diğer 160 bininin de kürtajla sonlandırıldığını söyleyebiliriz. (Kaba bir hesapla diyoruz çünkü 12 aylık bir periyodun hesabını 9 ay 10 günlük canlı doğumlar ve elbette daha kısa süren ve düşük ya da kürtajla sonlanan gebeliklerle yapmaya çalışıyoruz.)

Tüm bu araştırmalar bize şu sonucu verebilir: Erdoğan nüfusun yaşlanmasından kaygılanmakta haklı. Kimimiz bu kaygıyı paylaşabiliriz, kimimiz ise “ne var bunda, zaten yeteri kadar kalabalığız, ülkenin kaynakları yetmiyor” diye itiraz edebiliriz.
 

 

Ancak, şu andaki trend Türkiye’yi artış hızı alazan yaşlı nüfusa götürüyor.

Kürtaj meselesine gelince... Rakamlar, o konudaki bir dayatmaya karşı çıkacak olanlara “Önce istenmeyen düşük, ölü doğum gibi vakaları en aza indirin. 160 bin kürtaja karşı en az 160 bin düşük ve ölü doğum vakası var” gibi çok güçlü bir argüman veriyor. Bu argüman da sonuna kadar haklı...

Abdullah Karakuş - Milliyet

 

https://www.trakya22.com adresinden 23 Kasım 2024, 02:21 tarihinde yazdırılmıştır.