Milat Yazarı Bayram Zilan, ‘Türkiye’de İslamcılık nereye gidiyor?’ başlıklı yazısında Türkiye Müslümanlarının yaşadığı değişime karşı uyardı:
İran İslam Devrimi’nin etkilediği ülkelerden biri olan Türkiye’de İslamcıların 80, 90 ve 2000’li yıllarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor.
80’li yıllarda Türkiye İslamcıları İran’dan çok etkilendiler ve devrime giden yapı taşlarını irdelemeye çalıştılar. Metodolojik okumalar o yılların en popüler okumaları arasındaydı. Türkiye’deki İslamcılar, İran’lıların Şah’a karşı kazandığı zaferin yöntemlerini ve devrim hareketinin yol hikâyesini anlamaya çalıştılar. Bu yıllarda Türkiye’deki cuntanın yapmış olduğu darbe, İslamcıları baskı altına almış ve hareket alanlarını kısıtlamıştı. 80’li yıllar, Türkiye İslamcılarının siyasete mesafe koyduğu yıllar olarak kayıtlara geçti.
90’lı yıllar, Türkiye İslamcılarının siyasetle buluştuğu ve bu buluşma neticesinde merkezin statükocu Kemalist seçkinleri tarafından püskürtülmeye çalışıldığı yıllar oldu. Fakat her şeye rağmen Refah Partisi’nin Belediyecilik deneyimi İslamcıların siyaset kurumu içerisinde yer almalarını sağladı. Ancak bu yıllarda da bir çok İslamcı siyasete yine de mesafeli durmayı tercih etti.
2002’de AK Parti ile beraber İslamcılar iktidara geldi ve ülkeyi yönetmeye başladı.
İslamcıların 2000’li yıllara kadar ana karakterini “muhaliflik” oluşturmaktaydı. Muhalif duruş, beraberinde “eleştirel bakışı” da getiriyordu. Bu da İslamcıların “aksiyoner” olmasını sağlıyordu.
Korunma kaldıracı gibiydi!
İslamcılar muhalefette kalarak aslında sistemle entegrasyona karşı reddiyeci bir çizgide kalmayı başarıyorlardı. Yani muhalefette olmak, İslamcılar için “korunma” kaldıracıydı.
Kapitalizme, sömürgeciliğe ve uluslararası müesses nizamın adaletsizliklerine karşı gösterilen yüksek desibelli sesin ardındaki temel motivasyon “muhalefette kalma” haliydi. Bir başka deyişle İslamcılar farkında olmayarak iktidarda olmayışın kolaylığını ya da konforunu yaşıyordu. Çünkü merkezden uzakta kalmak, çevrede/çeperde olmak görece İslamcılara daha rafine ve sağlam bir duruş sağlıyordu.
Sözgelimi 80 ve 90’lı yıllarda İsrail, ABD, İngiltere gibi egemen güçlerin İslam dünyasına karşı yaptığı zulümler Türkiye’de daha geniş yankı buluyor ve daha güçlü protestolara neden oluyordu.
İslamcılar, 2000’li yıllara kadar kapitalizmin tüm aparat ve tuzaklarına karşı kendilerini korumayı başarabildiler. Muhalefette olmak, iktidarın sağlamış olduğu imkanlardan mahrum olmak, “mazlumiyet” etrafında kenetlenmeyi sağlıyor ve sınıfsal üstünlüğün getirdiği ayrışmanın neşvünema bulmamasına yarıyordu.
Muhalif ruhlar kayboldu!
Ne var ki iktidarlı yılların ikinci yarısından sonra Türkiye İslamcılığında kırılmalar meydana geldi. Dindarlar, muhalif ruhlarını kaybetmeye, karşı durdukları ve kendilerini korumayı başardıkları dünyevi zevkleri tatmaya ve bunlara entegre olmaya başladı. Ardından kaçınılmaz olarak zulme ve adaletsizliklere karşı gösterilen yüksek desibelli ses cılızlaşmaya başladı.
2010’dan sonra Türkiye İslamcılarındaki “devrimci ruh” hali yerini entegre olmuş “uysal bir ruh” haline bıraktı. Filistin intifadasına olan destek azalmaya, açlığa, adaletsizliğe, yoksulluğa ve sömürü düzenine karşı öteden beri varolan “kıyami duruş” buharlaşmaya başladı.
Erbakan Hoca’nın Filistin’e duyarlılık çağrılarıyla dolup taşan Cami avluları yerini bir kaç Müslümanın katıldığı protesto gösterilerine bıraktı.
Konformizmin getirdiği bağımlılık, hissizliği, ve duyarsızlığı artırdı.
Ali Şeriati’nin dediği gibi rahatlık, ruhların batağa saplanmasına neden oldu.
Yeni nesillerin İslam algısı ve İslami yaşam tarzı irtifa kaybetti. Dinden uzak nesiller yeşermeye başladı.
Kuşkusuz bu ilgisizlik ya da soğukluk tek başına iktidarda olmanın defektleri ile açıklanamaz. Daha teolojik ve sosyolojik izahlar gerekiyor.
DAEŞ ve El-Kaida faktörü!
Diğer bir faktör de DAEŞ, El-Kaide gibi İslamcılık maskesi takan ve fakat fiiliyatta Batı’nın İsviçre çakısı olmaktan öte bir işe yaramayan terör örgütlerinin yapmış olduğu katliam ve insanlık dışı eylemlerin doğrudan İslam dinine ciro edilmesidir.
Türkiye’de İslami kavramların içini boşaltan ve İslami yaşantıyı değersizleştiren Fetullahçı Terör Örgütü bu bahisten ayrı tutulamaz. İslam kimliği altında yapılan ihanetler bu topraklarda en çok da İslam’a ve İslamcılığa zarar verdi.
Gerçek şu ki Fetullahçı Terör Örgütü’nün İslam dinine vermiş olduğu zararın telafisi için uzun yıllar gerekiyor. Ancak bu onarımın sağlanabilmesi için de ciddi bir “muhasebe ve farkındalık” da gerekiyor.
Tüm bu olumsuzluklar, Türkiye İslamcılığının gerilemesine ve zayıflamasına neden oldu.
Kabul etmeliyiz ki, 2019 Türkiye İslamcılığı 1980 İslamcılığının çok daha gerisindedir.
Bugün devrimci karakterini yitirmiş, pusulasını kaybetmiş ve kapitalizme ram olmuş bir İslamcılık anlayışı var karşımızda.
Suya sabuna dokunmayan, bireyselcilik ırmağında rotasız akıp giden uysal Müslümanlık!
Düşünmeyen, üretmeyen, tarihe yön veremeyen, edilgen Müslümanlık!
Bu karanlıktan çıkışı mümkün kılacak ve yeniden o eski parlak günlere dönüşü sağlayacak olan da İslamcılardan başkası değil elbette!
Bunun için esaslı bir uyanışa ihtiyaç var!
Bugün İslamcılar, yaptıkları her fiilin, attıkları her adımın İslam’a sempatiye ya da antipatiye dönüşeceği gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır.
Zira iyi bir yere gitmiyoruz.
İslamcılık şu an dipsiz bir kuyuya rehbersiz yuvarlanıyor.
Kendimize gelmeliyiz.
İşe, baktığımızda bizi yanıltmayacak, olanı olduğu gibi gösterecek ve içinde bulunduğumuz hali tüm gerçekliği ile gösterecek bir aynaya bakmakla başlamalıyız!